Merhaba.
Şair diyor ya yazmasam çıldıracaktım diye, ben çıldırmazdım ama çok yazasım geldi, hiç okumuyoruz ama hepimiz yazmak istiyoruz zaten, bizim neslin en büyük sorunu bu, vallahi hepimizin kişiliği sallantıda, çaya kaç şeker atacağımız konusunda bile kararsızlığa boğuluyoruz, hayatın her konusunda kararsızız, diğer sonuçları düşünmek boğuyor bizi, yazmak istediğimiz okumak istemediğimizi söyledim ya, bu yazıyı bile çoğunuz sonuna kadar okumayacak mesela, ama ben yazıyorum.
Kendimizi tanımıyoruz fakat süslü şiirlerle, nefis efektler verilmiş tumblr fotoğraflarıyla kendimizi tanıtmaya çalışıyoruz.
Bir insan neden okumadığı ve muhtemelen de okumayacağı bir kitabın fotoğrafını çekip bunun üzerinden prim yapmak ister? Bakmayın yahu öyle çat diye sorduğuma size burda uzun uzun bunun sebebini anlatacak değilim, ben de bilmiyorum zaten, bu sosyologların psikologların işi, ben onların ikisi de değilim. Sadece düşünelim diye teşvik ediyorum.
Mesela, bu konuda benim fikrim ne? (Çok umrunuzdaymış gibi)
Çünkü şekilciyiz, biçimden çok şekilciyiz, içerikten çok şekilciyiz, bu yüzden hiçbir bok anlamadığımız şiir dizeleri bize güzel geliyor ve o hiçbir bok anlamadığımız yazıları yazan adamlara tapıyoruz, hepsi işini çok iyi yapıyor bu kesin, ama yaptıkları iş genel olarak iyi mi, bu kuşkulu.
Ayrıca bunalmışız be, zevk almıyoruz, hiç birimiz geleceğe gerçekçi umutlarla bakmıyoruz, şu anı goygoyla geçirmek en büyük isteğimiz zaten ama bunun yanında hayalperest umutcularımız var içimizde bi yerlerde yaşayan, bende onlardanım aslında, bunun bir doz fazlasi psikolojik bir hastalıktır, şaka değil, tüm umutlarını kaybetmiş kişinin, bir yerden sihirli bir değneğin geleceğini ve her şeyi bir anda düzelteceğini beklemesi nörolojik bir hastalıktır, zaten en başta dedim hepimiz hastayız diye, vallahi öyle.
Aslında tam da bugün hasta olmamak şaşırtıcı olur, özellikle bizim nesil için, şöyle bi düşünün en son ne zaman uyandığınızda televizyonlarda geleceğe dair olumlu-mutlu edecek ve "oh be" dedirtecek, üstüne bi güzel halay çektirecek bir şey duydunuz?
En son ne zaman yukardaki büyüklerimizin sizi düşündüğünü ve iyi bir geleceğe ulaşmanız için uğraştığını hissettiniz?
Oysa biz tam da bu yüzden hasta olduk, biz her sabah kötü haberlere uyana uyana hasta olduk, olumsuzluklar içinde boğularak öğrenilmiş çaresizliğin ne olduğunu bilmeden onu yaşar olduk.
Çaresiz hissede hissede hasta olduk.
Oooo kanka fight club kafası yea kaybedenler kulübü felaan diyecekler olacak şimdi, he anam he at kafası hatta, bir şey anlatıyoruz oğlum şurada, durun hele bi allaa allaaa...
Hazır ismini anmışken fight club üzerinden gidelim, filmin temel mesajlarından biri "Tüm umudu kaybetmek özgürlüktür" ifadesi, bir bakıma çok doğru bir ifade ki zaten bu dünyada "bir açıdan" doğru olmayan bir şey yok. Hitler'de bir açıdan haklıydı, 12 Eylül darbesi de bir açıdan haklıydı, bu hayatta önemli olan doğru açıyı bulabilmek, insan beyni o kadar gelişmiş ki yoğurdun siyah olduğunu bile kanıt sunabiliyor.
İkna olmak istediğiniz her şeye kendinizi ikna edebilirsiniz.
Yukarıda ismini zikrettiğim mahlukların haklı oldukları açıya sokayım diyor ve devam ediyorum, fight club tüm umudu kaybedince özgür olacağımızı söylüyor dedik, mesela bi deneyelim, kafanızdaki tüm umutları koyun bi kenera, evet yandaki sehpa uygunsa oraya mesela, tüm ünlü olma, futbolcu olma, manken-model olma ve hatta twitter tumblr fenomeni olma gibi boktan hayallerinizi koyun, ardından gelecekti mesleğinizi, hayatınızın aşkıyla evlenmek gibi daha mantıklı olan hayallerinizi koyun, bakın yok, düşünün bi umudunuz yok, ne olursa olsun, iyi değil mi cidden, ooh kebap be.
Şimdi diğer kült filmlerin çoğunda geçen fikre gelelim "Asla umudunu kaybetme!" mottosu yani, boşuna demedik sadece bir kafaya ait bir şey yazmıyoruz diye, severiz çünkü etiket yapıştırmayı, bu da bir hastalık, kendimizi tanımayı başaramadık yapıştırdığımız sıfatlarla karşıdakini tanımak istiyoruz. Şimdi o fikre dönelim, der ki bu fikir, hayata bir kere geliyorsun, dilediğin gibi yaşa, inanmadığın bi rütbenin peşinde koşma, inandığın şeyleri yapmak için karşına çıkan engelleri aş vs.
Hepimiz biliyoruz, çok dinledik zaten.
Burda çözüm kendini tanıyan insana kalıyor, hangi mottoyu seçeceğiz?
Yukarılarda bi yerde söylediğim sözle bitirmek istiyorum, yoruldum zira (zira ne demekse)
İkna olmak istediğiniz her şeye kendinizi ikna edebilirsiniz.
Hadi kaçtım ben, beyinler yandı mı iyi mi?
8 Aralık 2014 Pazartesi
Ferman Padişahınsa Ne Yapmalı?
Ferman sende, ama güzel yaşamak bizde,
Senden ayığız bu sarhoş halimizle,
Sen insan kanı içersin, biz üzüm kanı,
İnsaf be sultanım, kötülük hangimizde?
-Ömer Hayyam
Bir ferman ki aman ne ferman, almış başını gidiyor, önünü alamaz olduk bu fermanların, sürekli bi üstten gelen baskı sürekli itaat ettirme düşüncesi.
Basit bir örnek, son Osmanlıca gündemi ile ilgili, Osmanlıca zorunlu ders oldu, Tayyip seve seve ögreneceksiniz dedi.
Ne demek bu? Başka seçenek bırakmıyorum size, eğitim şurasına 3-5 kendi elemanımı koydum, böceğin bokla oynadığı gibi oynuyoruz eğitim sistemiyle demek, tabi bu Türkçe meali, kısa bir zamanda hepimiz 'seve seve' öğrenip, Osmanlıca'sını da yazarız...
Bu Osmanlıca konusunda savundukları ana unsura gelelim mi, neymiş efendim insanlar dedesinin mezarında ne yazıyor diye okuyamıyormuş, haa öyle mi oldu, yahu sorarlar mezar taşı okumak ömrü kısaltır uğursuzluk getirir diyen yine siz ve sizin zihniyetiniz değil miydi? Yook, ne münasebet!
Sonra çıkıyor bi sabah, diyor ki benim polisim insan mı öldürdü? Cumhurbaşkanımız Allah'ı var zeki yahu, unutmuş olamaz bu kadar kısa sürede ALİ İSMAİL KORKMAZ'I, ABDULLAH CÖMERT'İ, ETHEM SARISÜLÜK'Ü, BERKİN ELVAN'I o yüzden ben burdan şunu çıkartıyorum, Gezi direnişinde ölen canlara, kardeşlerimize, abilerimize 'insan' gözüyle bakmıyor, bu yüzden biz de ona bu gözle bakmıyoruz... Alan da memnun değil veren de, neyse.
Ve es geçmeden, bir sanat düşmanlığı almış başını gidiyor, telif hakları çıkıyor ortaya, ödenekler kesiliyor, sanat kurumlarına ayrılan para başka kurumlara aktarılıyor, bir kaç kendini bilmez göt kılı sanatçı ilan ediliyor, onuruyla sanatıyla direnen insanlar yine 'insan' sayılmıyor.
Özel tiyatrolara holdinglerden daha fazla vergi bağlanıyor, 1000 kişilik nüfusu olan yere 15. Cami yapılıyor şahane karşılanıyor da tek bir sahnesi olmayan on binlerce kişinin yaşadığı yerlere ufak bir sahne yapmak için milyarlarca vergi isteniyor.
Olsun, olsun buna da katlanıyoruz, katlananlar yok değil, hem zaten sahneler değildir, ışıklar değildir, pahalı ses cihazları, gösterişli dekorlar değildir esas olan, oynayan ve izleyen insan vardır ve bu da kafidir üretici tiyatroya, tiyatrocuya.
Brecht ne güzel söylemiş;
Yani biz hep dışarıda mı kalalım?
Titreyelim mi soğuktan içeri buyur edilmedik diye?
Bekleyelim mi hep, nasılsa büyüklerimiz daha iyi düşünür diye?
Bizce en iyisi, kalkmak, yeter artık demektir!
Vazgeçmemek için kırıntısından bile yaşamanın
Karşı çıkmaktır var gücümüzle acıyı doğuranlara
Yaşanır hale getirmektir dünyayı tüm insanlara...
Senden ayığız bu sarhoş halimizle,
Sen insan kanı içersin, biz üzüm kanı,
İnsaf be sultanım, kötülük hangimizde?
-Ömer Hayyam
Bir ferman ki aman ne ferman, almış başını gidiyor, önünü alamaz olduk bu fermanların, sürekli bi üstten gelen baskı sürekli itaat ettirme düşüncesi.
Basit bir örnek, son Osmanlıca gündemi ile ilgili, Osmanlıca zorunlu ders oldu, Tayyip seve seve ögreneceksiniz dedi.
Ne demek bu? Başka seçenek bırakmıyorum size, eğitim şurasına 3-5 kendi elemanımı koydum, böceğin bokla oynadığı gibi oynuyoruz eğitim sistemiyle demek, tabi bu Türkçe meali, kısa bir zamanda hepimiz 'seve seve' öğrenip, Osmanlıca'sını da yazarız...
Bu Osmanlıca konusunda savundukları ana unsura gelelim mi, neymiş efendim insanlar dedesinin mezarında ne yazıyor diye okuyamıyormuş, haa öyle mi oldu, yahu sorarlar mezar taşı okumak ömrü kısaltır uğursuzluk getirir diyen yine siz ve sizin zihniyetiniz değil miydi? Yook, ne münasebet!
Sonra çıkıyor bi sabah, diyor ki benim polisim insan mı öldürdü? Cumhurbaşkanımız Allah'ı var zeki yahu, unutmuş olamaz bu kadar kısa sürede ALİ İSMAİL KORKMAZ'I, ABDULLAH CÖMERT'İ, ETHEM SARISÜLÜK'Ü, BERKİN ELVAN'I o yüzden ben burdan şunu çıkartıyorum, Gezi direnişinde ölen canlara, kardeşlerimize, abilerimize 'insan' gözüyle bakmıyor, bu yüzden biz de ona bu gözle bakmıyoruz... Alan da memnun değil veren de, neyse.
Ve es geçmeden, bir sanat düşmanlığı almış başını gidiyor, telif hakları çıkıyor ortaya, ödenekler kesiliyor, sanat kurumlarına ayrılan para başka kurumlara aktarılıyor, bir kaç kendini bilmez göt kılı sanatçı ilan ediliyor, onuruyla sanatıyla direnen insanlar yine 'insan' sayılmıyor.
Özel tiyatrolara holdinglerden daha fazla vergi bağlanıyor, 1000 kişilik nüfusu olan yere 15. Cami yapılıyor şahane karşılanıyor da tek bir sahnesi olmayan on binlerce kişinin yaşadığı yerlere ufak bir sahne yapmak için milyarlarca vergi isteniyor.
Olsun, olsun buna da katlanıyoruz, katlananlar yok değil, hem zaten sahneler değildir, ışıklar değildir, pahalı ses cihazları, gösterişli dekorlar değildir esas olan, oynayan ve izleyen insan vardır ve bu da kafidir üretici tiyatroya, tiyatrocuya.
Brecht ne güzel söylemiş;
Yani biz hep dışarıda mı kalalım?
Titreyelim mi soğuktan içeri buyur edilmedik diye?
Bekleyelim mi hep, nasılsa büyüklerimiz daha iyi düşünür diye?
Bizce en iyisi, kalkmak, yeter artık demektir!
Vazgeçmemek için kırıntısından bile yaşamanın
Karşı çıkmaktır var gücümüzle acıyı doğuranlara
Yaşanır hale getirmektir dünyayı tüm insanlara...
30 Mart 2014 Pazar
30 Mart , Kızıldere olayları
Bugün 30 Mart
Yani uzun bir süredir beklediğimiz seçim günü.
Hem seçim günü hem de Mahir Çayan ve arkadaşlarının öldürüldüğü Kızıldere katliamının yıldönümü
Mahir Çayan ve arkadaşları Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan'ın idamını protesto ediyordu.
Tokat'ın ufak bir köyüdür Kızıldere. Yıl 1972
Mahir Çayan ve arkadaşları bir evde sıkışıp kalmıştır.
Askerlerle donatılmış, köyün muhtarına ait bir ev düşünün.
Köyün belki de o zamana kadar hiç görmediği helikopterler bile gelmiş. 68 kuşağının liderlerinden intikam almak isteyen devlet, adeta içerideki sosyalist insanları öldürmek için bir kıvılcım bekliyor.
Derin devlet operasyonu olarak bilinen bu olay 13 kişiye mezar olmuştur, olaydan sonra hiçbir kimse ceza almamış hatta bazı kişiler terfi almıştır, ödüllendirilmiştir.
Evin içerisinde bulunup hayatta kalabilen ve şu an hala yaşayan tek kişi Ertuğrul Kürçü
İşte böyle bir olayın yıl dönümünde seçim var, günümüzde "sandık" burjuva meclisinin sadece kapitalistler arasında el değiştirmesine yarayan bir şey oldu malesef...
Fakat unutmamak lazım ki devrim diyalektik süreçlerin işidir, bugün umutsuz bakarsınız, fakat bir anlık çelişki tüm devrimlerin önünü açar, devrim bilinçlenmek ve bunu zamana yaymaktır.
Mahir Çayan ve yoldaşlarına selam olsun!
16 Ocak 2014 Perşembe
Ben de Özledim'e Veda
Bayağıdır buraları hep boş bıraktık ama Ben de Özledim'in bitişi hakkında yazamadan edemeyeceğim. Bu yazı hem Leyla ile Mecnun'dan bu yana kadar bi nostaljik kolaj şeklinde hem de Türk televizyonlarına bir eleştiri şeklinde olacak.
Başlamadan önce ufak bir ricam olacak, bu yazıyı okurken arka planda şu şarkıyı açınız lütfen; http://youtu.be/LY0PwjKDB7k
Evet açtığınızı umuyorum.
Merak etmeyin ağlamayacağız. Ama belli de olmaz, ben arkada bu jenerik çalarken yazdım siz de öyle okuyun istedim.
Açmadın ama sen hala.
Tamam hadi, biz bekleriz...
Hadi öyleyse, başlayalım;
Leyla ile Mecnun izleyicisi gayet iyi bilir ki, Leyla ile Mecnun diğer tüm Türk dizilerinden başkadır, eşsiz bir tatdır, benzeri yoktur, hatta bunu izlemeyende bilir, nasıl bilir, çünkü Leyla ile Mecnun izleyen tayfa 'çoğunlukla' öyle Aşk-ı Memnu, Fatmagül'ün Suçu Ne gibi tüm Türkiye'nin izlediği saçma dizileri izleyen tayfa değildir, hatta şundanda eminiz ki televizyonu sadece Leyla ile Mecnun izlemek için açan, onun haricinde izlemeyen büyük bir kitle vardı, hatta bu kitlenin bir kısmı bazen televizyondan Leyla ile Mecnun'u da izlemiyor, internetten takip ediyordu.
Hı belki bu reyting açısından kötü oldu, o ayrı bir tartışma konusu, devam edelim hafızlar.
Yani özetle bu demek oluyor ki, Leyla ile Mecnun kitlesi, farklıydı.
Pekala nedir bu götü kalkmışlık biz farklıyız tavırları diyorsanız.
Usta, şudur ki;
Olayın özeti bu resimdir işte, diğer tüm diziler birbirinin "benzeri" , izleyenin duygularını sömüren, gerçek hayatla alakası olmayan şeylerdir, hikayeler konakta geçer, özel kolejlerde geçer, yapmacık duygular, yapmacık kavgalar vardır vs.
Bakın mesela şu resime.
Leyla ile Mecnun'da nostalji vardır, gerçeklik, samimiyet vardır. Aslında Leyla ile Mecnun'da mütevazi bir yer olan Kireçburnu'nda çekilmiştir fakat öyle ki bu gerçeklik karakterler uzaya çıkarken bile korunmuştur, bilirsiniz o bölümleri.
Çünkü buradaki gerçeklik ve samimiyet dizinin geçtiği mekanda veya ortamda değil, duygulardadır.
Leyla ile Mecnun'da mahalle vardır.
Mahalle bakkalı vardır.
Mahallenin iyi niyetli yardımsever abisi vardır.
Mahalenin babacan dert dinleyen dert çözen babası vardır.
Mahallenin haylaz çocuğu vardır.
Mahallenin aşık çocuğu vardır.
Umut vardır.
Gemi beklemek vardır.
Aşk vardır.
Sevdiğine şiir okumak vardır.
Kardeşlik vardır.
(Mecnun-İsmail Abi-Yavuz kardeşliği..)
Dostluk vardır.
Yardımlaşma vardır.
Olaylar olaylar... Vardır.
Yapmacık duygular yok diyordum ya, işte böyle.
Devam edelim öyleyse.
Sonra noldu, 103 bölüm dizi devam etti ama nasıl devam etti?
Belki biliyorsunuzdur görmüşsünüzdür ama görmediyseniz diye paylaşayım, Ben de Özledim'in yayından kalkacağını öğrenen TRT twitter hesabından şu fotoğrafı yayınladı;
Ama yine de yiğidi öldürüp hakkını yememek gerekir, StarTv hazır kitleye konmak istedi, çok reyting gelir dedi, tutmadı gününü değiştirdi, belli ki yine tutmadı. Fakaaaat, her şeye rağmen şunu düşünün, kuvvetle muhtemeldir ki tek sebep reyting olmayabilir, burası Türkiye.
Her neyse, biz konumuzdan sapmayalım, Leyla ile Mecnun o ya da bu sebeple bitti. Sonra biraz zaman geçti, Ben de Özledim başladı, sevindik tabi.
İlk bölümü sabırsızlıkla bekledik.
İlk bölümünde Leyla ile Mecnun'un finalini gördük, ağladık.
Fakat devamında;
Tam geri döndü derken, Ben de Özledim kafasına hazırlanıyorken, onunda bittiğini öğrendik.
Peki biz şimdi ne yapacağız?
O gemiyi bekleyeceğiz, belki sinema sahnesinde belki başka bir dizide belki başka bir şekilde ama o gemi elbet gelecek, çünkü Leyla ile Mecnun bize umut etmeyi öğretti.
Tabi bazen şakayla karışık...
Bazen çok ciddi bir şekilde.
İşte böyleydi Leyla ile Mecnun ve Ben de Özledim serüveni, biz Leyla ile Mecnun sayesinde çok umutlandık, çok güldük, gerçek duyguları hissettik, sezon finallerinde ağladık.
"Bu kıza kadar" ilk şarkılarıydı, onu dinledik sonra devamı geldi onları dinledik, ezberledik, Leyla the Band kuruldu, konserlerine gittik, sevdik, biz bu adamların yaptığı diziyide sevdik yaptığı müziğide.
Şimdi bitti. Yapacak bir şey yok, açıp açıp eski bölümleri izleyeceğiz, yeni işler yapmalarını bekleyeceğiz, ha özlemeyecek miyiz, elbet özleyeceğiz.
O yüzden dağılmayacağız.
Dağılmayın lan.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)